28 Mart 2007 Çarşamba

kûn

bu bend yar üzerinedir;

gönül bu işte; elinle tutamıyor, üstüne yatamıyor, altına alamıyor çıkarıp atamıyorsun ki.. bir bakıyorsun aklını da alıp gitmiş, kendi başına, bir çift gözün, bir kaşın, bir kirpiğin, bir sesin öksesine tutulup kalmış... o dalda bülbül olayım demiş ya, tıkmışlar dutu ağzına, lâl olmuş....

kapanmış içine, çekmiş kendini duvarlarının ardına, bir kaç tuğla daha eklemiş; ses vermez, söz söylemez, gülmez olmuş.. sorana cevap, sormayana selam vermez olmuş.. yazmış, söylemiş, ağlamış, içmiş; ne ayağını ökseden kurtarmış, ne dalda açan çiçeğe uzanmış.. yanmış be senin anlayacağın, yanmış, tutuşmuş...

sonunda kül olmuş, bir rüzgarla savrulmuş, yere düşmüş, bir damla su bulmuş, yoğurmuş yeniden kendini, kendine kûn demiş, kalkmış yürümüş...

artık kaburgasının acısını unutmuş....

( eskilerden bir yazı)

kokun ve yağmur üzre yazılmıştır

gece. salonda uyumuşum. ışık yakmamıştım. mumlar sönmüş. karanlık. dışarıdan bir hışırtı geliyor. belli ki yağmur yağıyor. dalları balkonumun penceresine çarpan kiraz ağacının sensiz koparmaya kıyamadığım meyveleri acaba dökülür mü ? dökülürse "sensiz yapamadıklarım" defterine bunu da mı ekleyeceğim? "sensiz yapamadıklarım" defterini iptal edip de "sensin yapamadıklarım" diye bir defter mi açsam ki?

yağmur hızlanıyor. derenin sesi coşar simdi. ya da derecik. ya da "yağmur yağınca su miktarı artan, sesi çoğalan, pencerem açıksa yağmur damlalarıyla birlikte içeri kaçan akan su parçası" her neyse işte..

hızla kalkıp pencereyi açıp yine uzandım koltuğa. sanki hızla kalkıp pencereyi açmamışım da, o hep açıkmış gibi olsun diye. hemen serin hava doldu içeri ve derenin sesi. ve ayak parmaklarıma düşen yağmur damlaları. sensizlik belki çıkar diye bekledim dışarı ama sanırım yetmedi yoğunluğu. sensizlik dışarıda daha mı çok ne ?

bir kaç gün önce bu koltukta benim uyuduğum gibi uyurken sarıldığın yastığa sinmiş kokuna sarılıyorum hala. senden koparabildiğim anlık dokunuşlar, anlık bakışların yanında bu koku ömür kadar uzun sayılır.
azaldı ama gitmedi. ve sana ait hiç bir şeyin olmadığı kadar gerçek işte. bunca zamanın sonu, hepi topu, bir yastığa sinmiş bir koku.

azalır diye korkuyordum ama giderek hızlanıyor sanki yağmur. karanlığın içinde çoğalan su sesi, ayaklarıma -sanki- batan yağmur damlaları, yokluğunun varlığı bu koku, gökyüzünde koyu gri bulutlar. bir bilimkurgu filminde esas çocuğun gerçekle sahteyi anladığı sahnedeyim sanki. ama benim gerçekle sahteyi anlamaya cesaretim yok. sahteye kanmak daha kolay kokun bu kadar burnumdayken. gerçeği alıp da koyacak yerim yokken, hem zaten böyle karanlıkken, hem zaten yağmur yağarken, su sesi içeri dolarken, "sen sen sen" çok daha kafiyeliyken..

yedibinyediyüzdoksanbeş şarkının arasından rasgele seçe seçe "gönlüm senin esirin kalbim senindir" i seçti gitti alet. ben sözde teknoloji hayatı kolaylaştırır diye aldıydım bunu. mastika vardı bir yerde, roman havası vardı, neden bu şimdi ? tüm gerçekliğiyle yüzüme vurmak için mi bu kurgusal olsun diye umduğum hasreti. "rüya falan değil, rüyalar iki yıl sürmez, yarın sabah uyanınca da bu hayata devam edeceksin" mi demek istiyor bana utanmadan parasını benim ödediğim bu mepeüççalar bozuntusu.

görünen pencerelerin hiç birinde ışık olmaması, piyanonun başına oturup da bu şarkının nasıl söylendiğini o salak alete göstermek için yanlış bir zaman olduğunu göstermese, ben ona gösterirdim ama ... ama yağmur yağıyor. ama burnumda onun kokusu. ama uçtu uçacak açık pencereden yüreğim. ama gözlerimde bulut yüzümde yağmur. ama çıkmaz ki sesim benim sensizliğin bu saatlerinde..

şimdi artık bunlara katlanmak için gerçekten hayale kaymanın zamanı.

kapımı vuran biri mi var,
yoksa çıkıp sana gelmek için göğsümü mü zorluyor kalbim.
bulutlar mı örtüyor üstümü,
toprak mı;
ölüyor muyum,
gümüşlere mi gömülüyor düşlerim.

'
sıcacık bir yağmur siner kara gecenin içine
toprak somun gibi kabarır
tak tak vurulur kapıma
kişner kapımda kır atım

dünyam gümüşler kuşanır
(a. kadir)


( eskilerden bir yazı)

vanilya kokusu ve sensizlik üzre yazılmıştır

- I -
düşlerimi elime alıp sevdaya fırlattım gül kokularını. yağmuru arkama alıp denize karşı durdum. rüzgara bıraktım tüm hayalkırıklarını. birkaç dal kırıldı, kediler çöp tenekelerinden fırlayıp kaçtılar, bir yerde bir kapı çarptı, bir cam kırıldı.. tazelendi ömrüm sanki bu seher, gün yeni bir bana doğdu sandım. aldandım.

yüreğimin çığlıkları dolandı durdu sokakları, görüntümden ürküp kaçtı çocuklar, kuşlar uzak uçtu, polisler ters ters baktı, bir tek damlalar düştü üzerime. damlar saçlarımdan yüzüme aktı, yüzümü birbirine kattı bir yumruk gibi savrulan rüzgar. kendime geldim, ayıldım, her şeyi unuttum sandım. aldandım.

geriye dönecek bir yerim yoktu, geride bıraktığım bir şey yoktu, geri yoktu, son adımımın izini bile silip süpürmüştü yağmur, belki de bile bile. arkamdan sadece sokak köpekleri bakıyordu, sanırım onlar da gittiğimden emin olmak istiyordu. bu şehir beni sevmiyordu. bu şehirde kimse beni sevmiyordu. sen beni sevmiyordun. seveceğini sanmıştım, ne olursa olsun seveceğini sanmıştım. aldanmıştım.

aldanmışlığım her yüzüme vurduğunda bu şehre yağmur yağıyordu.
her yağmur yağdığında seni özlüyordum.
her seni özlediğimde ancak yazabiliyordum.
her ancak yazabildiğimde içimde bir şeyler yanıyordu.
her içimde bir şeyler yandığında seni umuyordum.
her seni umduğumda aldanmışlığım yüzüme vuruyordu.

odam vanilya kokuyordu,
sen bilmiyordun

(/ eskilerden bir yazı)

hüzün kuşları

hüzün kuşları gelip yedi bütün kuş üzümlerini. Ve çam fıstıklarını. oysa biz seninle pilav yapmayacak mıydık onlarla. birlikte içimizden geldiği için "iç" dediğimiz ama aslında "iç olmayan iç pilav - olsa olsa canımın içi pilav olur bu pilav - " yapmayacak mıydık. yaparken de aklına geldikçe bu isim sen, gülmeyecek miydin gözlerini kısarak.

"iç olmayan iç pilavımıza kuş üzümü ve fıstık da ekleyelim mi hayatım, ama yeni bahar koymayalım ben sevmiyorum " dedim diye, birlikte önce markete gidip; sonra "otantik olalım aktar kullanalım" diye daha baharat reyonuna varmadan geri dönerek bir "aktarcı" ya gitmemiş miydik seninle.

"üzümler seçmece oluyor mu ?" diye sormamış mıydık aktarcı amcaya. aktarcı amca önce gözlüklerinin üstünden hayretle bakmış, sonra seni ve yanındaki sende erimiş beni görünce gülümseyerek "olmaz ! ben vereceğim. kaç tane istiyorsunuz bakayım" diye neşemize katılmamış mıydı ?

"fıstık da mı istemiştiniz ? " diye sorduğunda ben, seni göstererek "evet ya. bunu her yere götüremiyorum, şöyle daha küçüklerinden de varsa onlardan da alayım da cebime falan koyarım" dediğimde sen kıpkırmızı olup gözlerimin içine "sana bin defa bana bunu yapma" buzdan soğuk bakışıyla bakmamış mıydın ?

muhabbetin geri kalanını, bu bakışla ve daha alışveriş bitmeden "ben arabadayım" diyerek çıkıp gitmenle, bana ve biraz da aktara zehretmemiş miydin ? yanına geldiğimde, ölçüsü karışları aşmış bir suratla devam etmemiş miydin aksiliğine.

susmayacağını ve dinmeyeceğini anladığımda arabayı deniz kıyısına çekip "seni sevdiğimi herkese söylemeyi bana yasaklayacaksan ben seni istemiyorum" diye bağırarak arabadan indiğimde sen de direksiyona geçip koltuk ayarını bile yapmadan basıp gitmemiş miydin ?

"ben o denizin kıyısında deniz mi olsam hüzün mü" diye düşünürken tepemde martılar uçuşmuyor muydu. sonra torbayı açıp önce kuş üzümlerini ve ardından sanki senin küllerini geleceğe savurur gibi çam fıstıklarını ve nasıl bir ses çıktıysa artık ağzımdan işte öyle bir sesle hüznümü, denize fırlatmamış mıydım.

işte o martılar önce hüznümü yiyip hüzün kuşları oldular.
sonra yediler bütün kuş üzümlerini.
ve çam fıstıklarını.

bir hikaye yazsam diyorum

bir hikaye yazsam diyorum. kendimi bir kaptan yapsam, seni teknenin üstünde dolanıp duran bir martı.

benim nasıl senin peşinde dolaştığımı engin denizlerde, senin nasıl üstümde uçmaktan vazgeçmediğini anlatsam. senin ardında bilmediğim denizlerde nasıl kaybolduğumu, nasıl kayalara çarpıp yan yattığımı, yelkenlerimi nasıl yakıp kül ettiğimi anlatsam. senin nazlı uçuşundan nasıl hiç yorulmayıp tekneme hiç konmadığını, konduğunda nasıl ürkek durduğunu, sadece bir kaç defa nasıl da tüylerini okşadığımı anlatsam. senin nasıl bir kaç defa, ama an kadar kısa bir kaç defa, omzuma konduğunu anlatsam.

çok az, ama yok kadar çok az, elimle beslediğimi seni; bir gün çok sert rüzgardan yıldığın için, ama sadece rüzgardan yıldığın için girip de kamaramda uyuduğunu katsam biraz da içine diyorum. belki biraz da omzuma konduğun bir vakit başını saçlarıma sürttüğünü, yanağını yanağıma dayadığını katsam diyorum.

ne bileyim, mesela bir yerinde hikayenin "ellerim titriyor yokluğundan" demiş olsam sana. sen dile gelip de "ellerine konayım ki titremesinler, ama dokunmasınlar bana, sadece titremesinler" demiş olsan mesela.

ne bileyim, mesela, "ya batır teknemi beni keskin kayalıklara sürükleyip, bırak boğulayım; ya da gel birlikte dolaşalım bu denizleri, istediğimi kıyıda demirleyip ömrümüzü tüketelim" demiş olsam sana diyorum. ama korkuyorum "bu denizleri çok dolaştım ve gördüm ki birlikte demirleyeceğimiz bir liman yok" dersen diye bana.

öylesine körelmiş ki kalemimin ucu, hikayeyi mutlu sonla bitirmeye yetmeyecek diye korkuyorum. oysa sen kanadından bir tüy versen bana biliyorum her şeye yetecek gücüm.

bir hikaye, sonu meçhul bir hikaye yazsam diyorum, sanki bin yıllar öncesinden gelen bir efsane gibi...

beni kaptan yapıp batırsam sularda, seni martı yapıp uçursam semalarda diyorum.
uçarsın da dönmezsin diye korkuyorum

( eskilerden bir yazı)

Çocuklar zekalarını kimden alıyor ?

Bir televizyon reklamında çocuğun yaptığı her olumlu şeyde "işte zekasını benden almış diyen" babaya inat, reklamın sonunda bir dişil dış ses "üzgünüm ama şimdiki çocuklar zekalarını artık anneden alıyor" diyor.

Amaç reklamı yapılan ürünün zeka geliştirdiğini ifade etmek.

Buradan çıkan ilk sonuç bu reklamı yapanların o üründen tüketmediği ...

Ve lakin benim asıl merak ettiğim o dişil dış sesin söylediği "artık" lafı.

"Eskiden babalarından alıyorlardı ama artık annelerinen alıyorlar" mı diyor yani ?Yoksa sadece bu ürünü kastederek söylenmiş bir laf mı bu ?

Ama o zaman da ürün çıkalı birkaç ay olmuş, reklamdaki çocuk dana boyutlarında, ne zaman aldı o zekayı ? Tek dozda o kadar zeka veriyorsa, siz sevgili reklamcılar, neden yemediniz ondan, yağmasa da damlardı ?

Eninde sonunda reklamdır, fazla takılmıyorum, derdi "aha ürün, bunu alın" işte demekten başka bir şey değil.

Televizyon seyretmeyen biri olarak benim dahi dikkatimi çekmeyi başaracak bir reklam yapmışsınız, bu saçma kurgudan dolayı ben daha hala ürüne odaklanamadım. Reklamı biliyorum ama neyin reklamı onu bilmiyorum...

Şimdi bu bir reklam başarısı mı ?

Erkek erkeğe Mutfak Sohbetleri : Makarna


Başlığı görür görmez anladınız değil mi olayı :) Size bugün makarna tarifi vereceğim. En kolayı o zira.
Efendiiim, öncelikle bir paket spagetti tabir edilen ( neden çubuk demeyelim buna) makarnadan alınır. Geçmiş tecrübelerimiz makarna konusunda bize belli bir uzmanlık vermiş olsa da yine de paketin üzerindeki pişirme talimatı okunur. Makarna pişirme konusunda bir gelişme yaşanmadığı görülerek mutlu olunur.

Evdeki en büyük tencereye alabildiğince su koyulur ve ateşin üzerinde kaynamaya bırakılır. ( ki bu tencere hiç bir zaman makarna pakedinin üzerinde yazan kadar büyük olamaz. "yaklaşık 5 litre suya" diyor adamlar, evdeki akvaryumda bile 3 litre su var. e yani) Kaynama kısmı çok önemlidir. Zira kaynamamış suya ( soğuk demeye dilim varmadı ama herkes acemi oldu değil mi bir zamanlar) atılan makarnaların, makarna olmaktan vaz geçerek birbirleriyle birleşme ve bir hamur yumağı olma eğilimleri olduğu "ülen bir makarna yapmak ne kadar zor olabilir ki" diye mutfağa gidilen ilk makarna yapma deneyiminde bizzat öğrenilmiştir.

Su kaynamaya yakın içine bolca tuz atılır. Eğer makarnanın tencerenin dibine yapışmasından endişe ediliyorsa bir miktar sıvı yağın da suya katılması anlayışla karşılanmaktadır. Bu yağ olayını öğrenene kadar 1 paketten 1 porsiyon bile makarna çıkaramamış olmanız sizin kabahatiniz değildir. Suyun kaynadığı, ciddi ciddi fokurdadığı görüldüğünde makarnaları içine atma vakti geldi demektir.

Burada cins ve acemi bir erkek makarnaları tek tek atma eğilimi sergiler. Bu yaklaşımla son makarnaya gelindiğinde ilk 25 makarna eriyerek suya karışmış ve ondan sonraki makarnalar da muhtelif kıvamlarda pişerek "makarna pişirmenin 40 yolu" isimli kitaptaki her bir yola ait örnekler haline gelmiş olurlar. Bu durumdaki makarna "anneminki daha güzeldi sanki yahu" içsel düşüncesiyle yenebilir durumda olmakla birlikte, sindilirilebilir olma özelliğinden çok şey kaybetmiştir. Tabak bittikten 30 dakika kadar sonra "elle göbeği ovuşturma" seromonisi sizi beklemektedir.

Kaynayan suya bütün makarnaları birden atmak gerekmektedir. Lakin bu çubukların tencereden uzun olmaları gibi bir durum söz konusudur. Bu durumda acemi erkek:

1. panik yaparak dışarıda kalan uçları şiddetle bastırmak suratiyle tencereyi devirmek
2. makarnayı kırıp öyle atma düşüncesiyle geri çıkarmaya çalışmak
3. kaşık ya da adı bilinmeyen bir mutfak aletiyle hızla vurarak ortalığı batırmak
4. daha büyük olduğunu düşünülen ve kesinlikle daha küçük olan bir tencereye ( bkz : erkeklerde görsel algı ve farazi oransal yorumlama) suyu ve makarnaları aynı anda boşaltmaya çalışarak ocağı, halıyı, fırını, pantolonu ve atleti ( erkek adam atletsiz yemek pişirmez) eğer akıl edebilmişse mutfak önlüğünü, akşam yemeğini ve her iki tencereyi çok uzun bir süre kullanılmaz duruma getirmek
5. ikinci dereceden az olmamak kaydıyla vücudunun en az %2 'sini yakmak

şeklinde genellenebilecek davranışlardan en az birini birini sergiler.

Oysa bu davranışları daha önce sergilemiş olan tecrübeli erkekler, makarnaların dışarıda kalan uçlarında sakince bastırıldığında, bir süre sorna ( ki bu pişme süresi dahilinde kabul edilebilir bir süredir ) makarnaların aynı sakinlikle tamamen tencerenin içine girdiğini bilirler.

Makarnalar suya başarıyla sokulduktan sonra erkeğin temel endişesi süredir. Üzerinde 7 ila 9 dakika arasında yazan zaman dilimi daha önceki tecrübelerinde 15 ile 42 dakika arasında denenmiş ver her seferinde farklı sonuçlar alınmıştır. hatta bu sonuçların bazıları üst kattaki komşunun itfaiyeyi araması şeklinde bile olabilir. Zira "erkeğin el kitabı"nda "7 dakikada neler yapılabilir" başlığı altında yer alan hiç bir seçenek, bir erkek tarafından 7 dakikada tamamlanabilecek bir şey değildir. Ya sadece bakmaya gitmişken televizyona dalar, ya elimi yüzümü yıkayayım derken oradan küçük abdeste oradan da büyük abdeste geçiş yaparak dergideki son teknoloji haberlerine dalar, epostalara şöyle üstünkörü bir bakayım derken gözü yanıp sönen bir a/s/l mesajına takılır, ona cevap verir falan filan....

Ama tecrübeli erkek bilir ki : "yemek pişerken, süreyle ilgili bir olay söz konusuysa gözünü yemekten ayırma". Yine bilirler ki "mutfakta ne kadar hızlı dolaşırsan dolaş pişme süresi sabit kalır."

Bu süreçte "pişmiş midir ki artık" kontrolü erkeğin yaş ve tecrübe durumuna göre metal çatalla tadına bakarken dudaklarını yakmak, cama yapıştırmak, tavana yapıştırmak, bir diğer arkadaşa tattırmak, tabağa koyup tabağı yan çevirerek kayıp kaymadığına bakmak, havaya atıp tutmak ya da tutamamak, kız arkadaşın bluzundan içeri atmak ve tahta kaşıkla tadına bakmak seçeneklerinden bir ya da bir kaçıyla yapılır.

Piştiğine kanaat getirildiğinde ise acemi erkekler tarafından hemen, tecrübeli erkekler tarafından ise 1-2 dakika daha beklenerek ateşten alını. Zira tecrübeli erkek "tek pişmiş olan makarna sizin kontrol ettiğinizdir, diğerleri kesinlikle henüz çiğdir" şeklindeki Murphy kuralını ve Murphy'nin de bir erkek olduğunu bilir.

Ateşten alınan makarna, makarna süzgeci isimli alete küllüyen ve bir çırpıda ve korkmadan boşaltılarak süzülmek zorundadır. ("Suyu çekinceye kadar" tarifi pilav içindir arkadaşım...) Bu süzme işlemi sırasında süzgecin lavabonun içinde olması en akıllıca olanıdır. Makarna süzgecine ne gerek var hepsi süzgeç değil mi işte diye evdeki başka bir süzgeci de kullanabilirsiniz. Lakin bu süzgeç eğer tel süzgeç gibi sık delikli bir süzgeç değilse o zaman lavabonun çok temiz olmasına fayda var. Zira gözünüzün önünde süzgecin delikleri arasında süzülerek süzgeçi terkeden ve sizi "aaa aaa anaaa aa aa aaa" diye bağırtan makarnaları o lavabodan tek tek toplamak zorundasınız demektir. Ve evet o makarnalar acayip bir şekilde yapışırlar lavaboya...

Eğer makarna süzgeci kullanmışsanız, bir takım asi makarnaların bu süzgeçten kaçmaya çalışması ve değişik uzunluklarda saçaklar oluşturması normal bir davranıştır. Bu saçaklanmış makarnaları tercihen uzun olan taraftan çekerek ( evet elinizle, korkacak bir şey yok. makarna onlar. biraz sonra yiyeceksiniz hatta) tencereye atmanız, "lavaboya değmiş midir, pis midir" düşüncesine kapılacak kadar titizseniz, önce şöyle bir sudan geçirmeniz de makarna yaparken kabul edilebilir bir davranıştır.

Makarnaları şu ya da bu şekilde süzdükten sonra annenizin yöntemine göre soğuk sudan geçirebilir ya da geçirmeyebilirsiniz. Bu size kalmış.

Sonra az önceki tencereye ( eğer hala kullanılabilir durumdaysa) zevkinize göre bir miktar yağ (tere, sıvı, mısır, zeytin, soya, boya ( karışır bazen korkacak bir şey yok) vb.) koyarak yağ ısınınca ( rengi değişince ısınmış değil yanmış oluyor) süzülmüş makarnayı boşaltıyoruz. Beyler, burada önemli bir püf noktası var : makarnalardan ne kadarı tencerenin içine girerse o kadar çok makarna yiyebilirsiniz. ( ayrıca bakınız : halı üzerinde ezilmiş, haşlanmış makarna temizleme kılavuzu )

Burada artık süre falan yok, şöyle 1-2 dakika çevirip kapatın tencerenin altını, yeter artık daha fazla atraksiyona gerek yok. Makarnanız pişti ve yenmeye hazır.

Mutfak hala kullanılacak haldeyse isterseniz sos falan da hazırlayabilirsiniz ama sakın bana güvenmeyin o konuda. Sevmem de, yapmam da, yemem de...

Bütün bunlardan sonra makarnanızı yenebilir bulduysanız ve yediyseniz, makarna pişirdiğinizi arkadaşlarınıza söylediğinizde "makarna pişirilmez haşlanır" diye bir laf duyacaksınız ki bu aynı "ney çalınmaz üflenir" gibi bir şehir efsanesidir. Takmayınız kafanıza.

Çubuk makarna dışında burgu, fiyonk, erişte, yüksük, boncuk, kelebek, mantı, dirsek, çarliston, petek, bukle, lazanya, şapka, teker, sebzeli, kepekli, veronelli, hayvancıklı, harfli gibi isimleri olan bir çok çeşit makarna daha bulunmaktadır. Ayrıca bu makarnaların numaraları, ince ve kalın kesim gibi çeşitleri falan da olabiliyor. Bu ürünler de aynı şekilde pişirilirler. Sadece süre kısmında küçük değişiklikler olabilir ki bunlar da paket üzerinde yazar.

Beyler; ellerinize sağlık, cümleten afiyet olsun :)

Dört ve Cıhar Üzre


Dört bildiğimiz dört değil mi efendim. Peki cıhar nedir ? O da bildiğimiz dört, dördün Farsça olanı. Daha doğru okunuşuyla "çehar".

Nereden biliriz efendim biz bu dörtcıharı, tavladan. Neresinden, 4-4 (::-::) gelmesinden. Ayrıca cıharıyek ( 4-1), cıharıdü (4-2), cıharıse (4-3) ve şeşcıhar (6-4) gibi kullanımlarına da aşinayızdır, en azından biz tavlacılar :) 5-4'e de penccıhar mı denir cıharüpenc mi denir bilemedim şimdi. Hiç atmamışım herhalde tavla hayatım boyunca :)

Tavla severlerin gayet iyi bildiği, bilmeyenlerinse genellikle merak ettiği üzre tavlada sayılar, 1'den 6'ya kadar Farsça karşılıklarıyla yek, dü, se, cıhar, penc, şeş olarak adlandırılırlar.

Ama ben bu gün 4 ü seçtim sizlere, 4 ün cıhar olanını. Zira biz bunu ne çok kullanıyormuşuz da aslında haberimiz yokmuş.

Mesela çarşamba. çehar+şembe. Şembe, "gün" demek, çehar malumunuz. Yani dördüncü gün. E hemen arkasından da beşinci gün mü geliyor o zaman ? bakalım : perşembe = penc+şembe. Evet hesap doğru.

E iyi de çarşamba 4. değil 3. gün diyeceksiniz. İyi de o şimdi öyle. "Gün"ün "şembe" olduğu zamanlarda ilk gün pazarmış efendim.

Peki başka nerede var bu çehar.

Soldan sağa 3 harfli, bayramlarda tören alanlarında kurulur. Nedir? Evet "tak" diyenleri tebrik ederim. Kelime anlamı "kemer". Peki çehar+tak dersek. Oldu size "dört kemer". Yani bizim "çardak". 4 kemerden oluşan yapı yani.

Peki yine 3 harfli, çivi. Nedir ? "Mıh" diyenleri tebrik ederim yine. Çehar + mıh = çarmıh. ;)

Peki ya çarşı ? Sizce o da mı 4 ile alakalı. Bakalım Farsça "su" ne anlama geliyormuş : "taraf, yön". çehar+su = 4 taraf, alan, agora. Evet bu da bizim 4 :)

Bir de çerçeve var. Çöp deriz ya evendim ince tahta çubuklara. İşte çerçeve neden yapılır 4 adet çubuktan : çehar+çübe

Peki ya çeyrek. Neydi efendim tavlada 1 : yek. Eh işte "çeharyek" yani dörttebir, yani çeyrek.

Tamam şimdi gözünüzün önüne bir dansöz getirin. Tamam şimdi bakınca ne görüyorsunuz ? Hayır daha yukarı, öhm beyler daha yukarı lütfen. Biraz daha yukarı. Hah işte ellerinde ne var :zil. ( bu dansözlerin elleri de oluyormuş demek :) ) Kaç tane zil var 2 çift yani 4 tane. 4 parça yani. yani çehar+pare = çalpara.

Peki ya çarşaf ? Cehar + şaf diye ayırıp şaf ne diye düşünenlerinize inceden gülüyorum. Zira bu kelimenin kökeni "çaderşeb". Çader örtü demek ( çadır'ın da kökeni) şeb ise gece. Yani gece örtüsü anlamında. Evet bunun bizim 4 le bir alaksı yok, dilbilim bu matematik değil ki :) Tabi fark etmişsinizdir, burada bahsettiğimiz çarşaf, yatağa serilen çarşaf. Kıyafet olan çarşaf olsa olsa çadırdan geliyordur: çader+şeb. Ama sanırım burada "gece gibi karartan" anlamında.

Evet sosyal içerikli bir cümleyle konuyu bitirdim. Toplumsal dikkat çekmek için şart dediler, ne yapayım. :)

Bu etimoloji denen şeyi çok severim ben. Kullandığımız ve ne abuk sabuk şey bu böyle dediğimiz bir sürü kelimenin nereden geldiğini ve nasıl geldiğini öğrenmemiz açısından keyifli bir olay. en azından benim için böyle.

Siz hiç merak etmez misiniz masa neden masa ( yunanca aynı anlamdaki "mesa" dan geliyor) , kupa neden kupa ( italyanca saplı bardak alamındaki "coppa"dan), tiner neden tiner ( boya inceltici olarak ingilizce aynı anlamındaki "thinner"). Ya da ne bileyim künefe ile kenef kelimelerinin aynı kökten geldiğini bilmeniz bir şey değiştirir mi yemek alışkanlıklarınızda.

Veya bu adam neden bu kadar geveze, neden susması grektiği yerde susmuyor, yazıyı uzattıkça uzatıyor, hiç mi merak etmezsiniz.

Öhm...

23 Mart 2007 Cuma

Dilmiz : Fabrikadan Halka Satış

Bu ifadeyi ilk duyduğumda "Halka fabrikası mı ? ", "Ne halkası ?" gibi bir şey düşünmüştüm sanıyorum. Sonra bu kelime üreyip de her yerde kullanılmaya başladığında da "Memekette ne çok halka fabrikası varmış." gibi bir şey düşünmüştüm.

Tabi ki "outlet center" den çok daha iyi ve doğrudur; kullanılması gereken budur. Ama neden "halka" diye bir ayrıntıyı da eklemişler bir türlü anlayamıyorum.

Ülkemizde görevli ya da turistik amaçla bulunan ve bizim halkımızdan sayılmayan kişilere satış yapmıyorlar mı ? "Siz gidin kendi ülkenizin halka satış mağazasından alın, burası bizim halkımıza satış mağazası" mı diyorlar talep edildiğine. E hayır tabi ki.

Bu ifadenin kökeni sanıyorum ki "Fabrikadan direkt satış yapıyoruz", (yani daha ucuza veriyoruz, araya bir sürü aracı, taşıyıcı, falancı feşmekancı girmiyor )mesajını, ticari anlamda cümle içinde kullanıldığında daima iyimser ve koruyucu anlam ifade eden "halk" kelimesiyle de birleştirerek sempatik görünüşlü ticari bir ortam sağlama güdüsüdür.

Halk kelimesinin dimağlarda oluşturduğu iyimser anlamdan prim yapmak isteniyor sanırım.

Halk demişken, son zamanlarda bu kelimenin bir de "hâlk" şeklinde ince a ile kullanımına tanık oldum. Ülkemizin yakından tanıdığını bir sanatçı, jüri üyesi olarak katıldığı bir yarışma programında, mevcut yaşından daha yaşlı kişilerin bile bazen anlamadığı bir eski dille "karizma" sağlarken bu kelimeyi de "hâlk" şeklinde kullandı. Bana da bu durumda "iyi hâlt etti" demek kalıyor sanırım.

Merak

"Merak", kelime olarak (1) bir şeyi anlamak veya öğrenmek için duyulan istek, (2)bir şeyi edinme, yapma, bir şeyle uğraşma isteği, (3) düşkünlük, heves ve (4) kaygı, tasa anlamlarını taşıyor. Bu kelimeden türemiş "meraklı" kelimesi ise (1) Her şeyi anlamak ve bilmek isteyen, mütecessis (2) Bir şeye çok düşkün olan, sürekli onunla uğraşan (3) Kendisini ilgilendirmeyen bir konuda bilgi sahibi olmaya çalışan ve (4) halk ağzında Kaygılı anlamlarında kullanılabiliyor. *

Bu "meraklı" kelimesini Semazemce "günde 3 defadan daha fazla 'sana ne yahu' dediğiniz kimse" olarak da tanılmayabiliriz. Bu konuyla ilgili bir yazıyı buradan okuyabilirsiniz.

Yine de hiç bir merak olgusu "Cihangir, senin göbek deliğinin çapı kaç santim ? " sorusunu zeka ile bağdaştıramaz. Hele ki "Nereden aklına geldi bu soru ? " sorusuna verilen cevap "Arkadaşlarla yemekte konuşluyorduk da, orada aklımıza takıldı" şeklinde cevaplanırsa.

İnsanların bir öğle yemeğinde sizin göbek deliğinizin çapından konuşmuş olduklarını öğrenmek ve bunun öncesi ve sornasındaki muhabbet konusunda fikir sahibi olamamak çok kötü bir duygudur. Bunu müstakil bir paragraf olarak yazmak istedim.

Tabi ki sizi size sorulan sorulara cevap vermeme ya da istediğiniz cevabı verme hakkınız olduğu için, bu sorunun şokunu bertaraf ettikten sonra dilimizle ilgili yazılmış bir ya da bir kaç sözlüğün kelimlerini kullanarak istediğini gibi bir cevap verebilirsiniz. ( Örnek : Türk Dilinin Büyük Sözlüğü, Türk Dilinin Argo Sözlüğü, Halk Ağızında Organ İsimleri Sözlüğü vb.)

Dilimizde, insanın başına gelebilecek kötü şeylerin - üstelik mevcut cinsiyetlerin %100'ünü kapsayacak şekilde - nedeni olarak gösterilen merak konusunda, biraz daha dikkatli olunması gerekir düşüncesindeyim.

"E sen hiç mi bir şeyi merak etmezsin be adam ?" diyeceksiniz şimdi. Demeyin. Yazıyorum zaten.

Ben de meraklı bir adamımdır. Üstelik çok meraklı bir adamımdır. Ama kimsenin göbek deliğinin çapını merak etmem. Etseydim de, kendiminkini ve nazım geçecek olan kişilerinkini ölçer, ortalama bir değer bulur "eh onunki de bu kadardır işte" diye geçiştirirdim zaten. ( Göbek deliği, genellike dikey bir elips şeklinde olup yatay çapı yaklaşık 10 mm., dikey çapı ise yaklaşık olarak 15 mm. dir. (Yazarken merak ettim işte))

Ben bir şeyi merak edince evdeysem önce kütüphaneme, dışarıdaysam önce internete danışır; hiç biri olmazsa ( ya da merakımı gidermemişse) bilgisi olduğunu düşündüğüm ya da emin olduğum kişilere "filanca konuda bir şey sormak istiyorum, uygun olur mu" benzeri bir giriş/izin cümlesiyle soruyu sorarım. Ama merakım ilgili ( ve biraz da bilgili) olduğum konularla sınırlı olduğu için genellikle başkalarını pek de rahatsız etmem. Kaynak ya bende vardır ya da nasıl ulaşacağımı biliyorumdur.

Bu genel merak dışında bir de anlık meraklarım vardır benim. Örnek vermek gerekirse hava sıcaklığı ve bulunduğum yerin rakımını genellikle bilmek isterim. Rakım merakı daha çok bilmediğim bir yerdeysem ya da seyahat ediyorsam ortaya çıkıyor. Eviminkini bilmem bile. Ama sıcaklık hep merak ettiğim bir konudur. Bunun için de gidip hem içeriyi hem de dışarıyı ölçen bir termometre alıp evime yerleştirdim. Arabada da var. Ayrıca kol saatim de aynı görevi görüyor. Bu merakımı kendi başıma giderebiliyorum.

Başka bir örnek olarak da isim merakını verebilrim. İsimlerin anlamlarını ve hatta kişilerin ailelerindeki diğer isimleri de merak ederim. Bu merakım da her isim için yoktur tabi. Değişik ya da aşina olunan ama az rastlanan isimlerle karşılaştığımda, ortam ve durum uygunsa kişiye ailesindeki diğer üyelerin isimlerini de sorarım. İsmin anlamını ise, eğer bilmiyorsam, kendi kaynaklarımdan araştırmak, sormaktan daha keyiflidir.

Bunun dışında bana en çok keyif veren merakım, kelimelerdir. Kelimelerin anlamları ve özellikle de kökenleri konusunda büyük bir merakım vardır. Yine başka bir merakım da müziktir: Değişik ülkelerin, değişik müzikleri ve akustik ya da doğal olmak koşuluyla etnik kökenli müzik aletleri.

Tabi bu yazıya başlarken amacım meraklarımı anlatmak değildi. Ama başkalarını meraklarından/tuhaflıklarından bahsederken biraz da kendimden bahsetmek istedim. Galiba ben bir de kendimden bahsetmeye meraklıyım.

* TDK Türkçe Sözlük


 

 

22 Mart 2007 Perşembe

ADEM

Ankara Rüzgarlı Sokak’taki Rüzgarlı Taksi Durağı Kulübesi’nin yanındaki tezgahın sahibi olan simitçidir. Çok değişik bir adamdır. Genellikle bu taksi kulübesinde durur. Orada olmadığı zamanlarda ise kimsenin bilmediği bir yerdedir. Kesinlikle olmadığı tek yer ise simit tezgahının başıdır.

Simit almak istediğinizde tezgaha yaklaşır ve etrafınıza şaşkın şaşkın bakınırsınız. Kendisi kulübede olsa bile sizinle ilgilenmeyebilir. Genellikle yanındaki taksicilerden biri "al bi oradan at içine parayı" şeklinde bir yol göstermeyle simit alabilmenizi sağlar. Etrafta hiç taksici yoksa kendisi de sizinle aynı şekilde bir iletişim kurar. Ama konuşarak değil de işaretle verir "al abi oradan, parayı içine atıver" talimatını. İçi dediği yer de simitlerin dizildiği alanın ortasındaki geniş boşluktur.

"Kaça simit" diye sorarsanız da yine eliyle 3 yapar size. 3 simit alıp elinizdeki 1 lirayı gösterdiğinizde yine işaretle "abi içinden alıver " yapar.

Bu sabah simit almak için gittiğimde taksi kulübesinde bir pastaneden aldığı ıvır zıvırla kahvaltı ediyordu kendisi. Eğilip kaş göz ettim, o da beşıyla selamımı alıp kahvaltısına devam etti. Taksicilerden biri gelip "al abi sen ordan Adem kahvaltı ediyor da" dedi.

Arada sırada güne komik ve keyifli şekilde başlamamı sağlayan ve sıklıkla "lam seviyorum ben bu memleketi" dememe neden olan insanlardan birisi olduğu için yazmaya buldum kendisini.

21 Mart 2007 Çarşamba

Nutella'nın mutfağımdaki yeri


Nutella'nın mutfağımda asla bir yeri olmamıştır. Zira bir şeyin mutfaktaki yerinden bahsedebilmek için o şeyin mutfakta bir yere koymak ve orada bekletmek gerekir ( bkz: tava, bardak, tost makinesi vb.). Oysa bu Nutella denen nesne, alışveriş torbasından çıktıktan sonra genellikle kapağı direk olarak açılmak suretiyle büyük bir bölümü tüketiliyor; kalanı da alışveriş torbasının geri kalanı boşaltılırken ona eşlik ediyor. Dolayısıyla mutfakta bir yere koymak kısmet olmadı henüz.




Şimdi adi herifler büyük boyunu çıkarmışlar. Hani alın da daha uzun süre kullanın diye düşünmüşler sanıyorum. Bu varsaydığım "daha uzun süre" kavramı benim için 4-5 kaşık ya da 4-5 dakikaya tekabül ediyor. Ne anladım ben bu işten. Madem bir iş yapacaksın, çıkar şunun 5 kiloluk tenekesini, alalım koyalım evimize, Nutella'nın da mutfağımızda bir yeri olsun.

17 Mart 2007 Cumartesi

Şemsiye Çikolata

Çocukluğumda vardı, bu sıralar her yerde görmeye başladım yine.

Koni şeklinde bir çikolata. Tabanında şemsiye sapı şeklinde plastik bir sap var. Mabel'den çıkmış (yine). Hep var mıydı yoksa son zamanlar da mı çıktı emin değilim. Migros'ta gördüm, ( 4'lü paket satıyor adiler, satsanıza tek tek, 4 lü satınca hepsini yiyoruz mecburen...) bir pastanede gördüm; kasanın yanında askıya asmışlar tersten.

Üzerinde bir şeffaf naylon kap var. Sap kısmına minicik bir kurdele ile bağlı. Kurdeleyi açıp naylonu çıkardığınızda üçgen bir kağıt parçası düşüyor. Marka falan var üzerinde. İçinde renkli bir kağıt daha var çikolatayı saran. Onu da açtığınızda hedefe ulaşıyorsunuz.

Koninin tepesinden (ince ucundan yani) başlıyorsunuz yemeye. E ince tabi kolay ısırılıyor. Ama yedikçe giderek daha da zorlaşıyor ısırmak. Hem o plastik sap koninin ortasına kadar geliyor. Tam zar zor ısırmışken bir de plastikle uğraşmak zorunda kalıyorsunuz. Ama son bölümde ısırmak için uğraştığınızda zaten beceremiyorsunuz, plastik sapı zorladığınızda cikalota ( "çukulata" daha oburca bence) ortadan kırılıyor kocaman bir parça ağzınızda kalıyor.

Plastik sap, kaymasın diye üzeri pürtüklü olurdu eskiden. Şimdi sap düz, en ucuna çıkıntılı bir bölüm yapmışlar, o tutuyor.

Bitince, insanın elinde salak plastik bir cengel kalıyor. Oysa o salak çengele kanıp da almıştım ben o cikolatayı. Saklayayım dedim ama o çikolatayı bana aldırmak dışında yarayabileceği bir iş de yok gibi gözüküyor. Neyse atayım ben. Gerekirse temin etmek çok kolay ( ve keyifli) zaten :)

16 Mart 2007 Cuma

Kafa Ayarı

Geçenlerde kaset falan diyince aklıma geldi. Böyle de bir kavramımız vardı : Kafa Ayarı. Kim hatırlar acaba şimdi. Teyplerde kaset sesinin inceden bas-tiz ayarını yapmaya yarar bir olaydı. İncecik bir yıldız tornavidayla ( yıldız değil miydi yoksa) teyp kafasının olduğu yerdeki delikten bir vidayı kurcalayarak yapılırdı. Müzik çalarken yapılırdı ki sesteki değişimi görebilelim.

Müzik teyplerinde bu biraz ketfi bir olaydı ama bilgisayar teyplerinde ( evet bir zamanlar bilgisayarlara teyp ağlanırdı veri ünitesi ya da sabit disk olarak) önemli bir ayrıntıydı. Zira doğru kafa ayarını tutturamazsanız veriler okunamaz, programlar ( ne programı be oyun işte düpedüz) çalışmazdı.

Hatta minik yıldız tornavida ( hani o saatçi tornavidası denilen) bile her yerde kolaylıkla blunamazdı. Ben tornavidayı ödünç verdiğimi bile bilirim.

Şimdi bakıyorum da ayar yapılacak kafa bile kalmamış ortalıkta. Olanların da hepsi başka ayar…

15 Mart 2007 Perşembe

Yaşlılık Alametleri

Yazacak bir şeyler düşündüğünüzde aklınıza eski zamanlar geliyor, nesini yazsam derken daldan dala atlıyor, "hah işte bunu yazayım" diye karar verdiğinizde ise kendinizi düşünmeye başlamanın üzerinden 1 saat geçmiş ve gözlerinizde yaşlarla buluyorsanız...

Kaset Diye Bir Şey Vardı

Ne oldu bu kasetlere.

Önceleri "teyp" sonraları "video" cihazlarıyla hayatımıza girmişlerdi. Gerçi şimdiki neslin hayatına denk gelmemiş de olabilirler, tam kestiremiyorum.

İnternette dolanırken denk geldiğim bir "ev hali" fotoğrafını incelerken, kütüphaneye dizilmiş kasetleri görünce aklıma geldi benimkiler.

Video kasetle ilgili bir kolleksiyon girişimim olmamışsa da ortalama bir kasetçiden daha fazla kasedim vardı o zamanlar. Çoğu yerli olmakla birlikte tonlarca kaset.

2000 li yıllarda CD'lerin artık "alınabilir" olmasıyla, yanış anımsamıyorsam 20 büyük Migros torbası kadar kasedi atmıstım. Her gece 3-4 tanesini kapıya çıkartıyordum, bir kaç saat sonra baktığımda orada olmuyordu torbalar. Umarım birileri almıştır.


Şimdi MP3 moda oldu. Yakında CD'leri de atarsam hiç şaşırmam :) ( Hayır ev adresi vermiyorum. Hayır atacak olursam haber vermem. Bi' müsade ederseniz yazıya devam edeyim)
CD teknolojisinin çıktığı zamanı anımsıyorum. Hayretle incelemiştim. İstediğin şarkıya ulaşmak için geri ileri sarma derdin yok. Bitti tersini çevir derdi yok. Evdeki bütün kasetlerin CD'lerini alırım bunları da atarım diyordum. Eh yaptım da sayılır.



Şimdi evde "bunları bir daha bulamam" diye düşündüğüm 50-60 adet kaset, yılda bir defa açılan bir dolapta duruyorlar. Her aklıma geldiğinde "birara bilgisayara atayım" diyorum. O "birara" bir türlü gelemdi ama o başka mesele.

Arabada bile teyp olduğunu geçenlerde bir MP3 çaları araca bağlamam gerektiğinde, seçenekler arasında kaset adaptörünü görünce anımsadım.


Oysa zamanında işimiz gücümüz kasetti. Bir kasedi diğerine çift hızlı kopyalayan teyple kopyaladığımızda baslarda düşme olmaması için hangi model teyple hangi tip kasedin kullanılmasını gerektiğini saatlerce tartışır, "kromdiyoksitli" kasedi normal modda çaldığında bir süre sonra yırtılma oluyormuş hatta teyp bile bozulabilirmiş efsanelerini anlatıp birbirimizi pimpiriklendiriyorduk.



Düşündüğüm kadar hızlı yazamıyorum ( herkes gibi yani) ...... Daha neler neler geliyor aklıma. O zamanlar o vardı şimdi CD var. Hatta artık MP3 var cd'lerin bile pabucu dama atıldı. Yarın baçka bir şey çıkacak, belki bir zaman sonra CD ile ilgili buna bir yazı daha yazacağım.



Eski güzel günler ile ilgili başlayabilecek ne kadar çok cümle, ne kadar çok yazı var. Hele ki "eski günler"le ilgili...



Hepsinin sonunda ise belli olan tek bir şey var : Yaşlanıyorsun oğlum yaşlanıyorsun.

Bloglar Diyarı

Başlık bulamadım öyle bir şey yazdım işte.

Siteden siteye dolanırken, daha doğrusu "yıl sonu" kelimesi birleşik mi yoksa ayrı mı diye TDK'dan Google'a dolanırken bir blog yazısına rast geldim. Kısacık ve keyifle okunan bir yazıydı. Sonra yazarın diğer yazılarına da baktım, onlar da gayet keyifliydi.

Sanırım "blog" kavramının tam karşılığı burası olsa gerek dedim. Sorna ona cevap yazanlardan bir kaçına tıkladım ve kendimi birden samimi yazılar arasında buldum.

Ben okudum keyif aldım, siz de mahrum kalmayın istedim :

( incelemelerim sürüyor, sanırım bu zincirde daha çok halka var )

6 Mart 2007 Salı

Erkek Erkeğe Mutfak Sohbetleri : Evde Ekmek Yapma


Oburluğun temelinde yatan gıda maddesi, bana sorarsanız, ekmektir. Tadında ve kıvamında yapılmış ekmeğin, hele ki ekmek kokusunun bozamayacağı diyet yoktur. Zaten diyetisyenler de bunun farkındaki diyet reçetesi yazarken "ekmek yemeyin" yazmazlar, "ekmeklerden uzak durun" yazarlar. Zira koku menziline bile girdiğinizde ya midenize ya da midenize girinceye kadar aklınıza, rüyalarınıza girer bu ekmek.


E her an sıcak ve taze ekmek bulmak, değil fırınların, bakkalların bile yok olmaya başladığı bu dönemlerde, giderek zorlaşıyor. Bir ekmek için de koskoca alışveriş merkezine gitmek uzun iş; ( bildiğim) en güzel fırınlar oralarda ne yapayım.



İşte böyle ne yapayım derken karşıma çıktı bu ekmek makineleri. Bir süredir oralardan buralardan duyardım ama, daha alınması ya da rutin bir mutfak eşyası olması uzak gelirdi bana. Sonra bir baktım ki her yerde bir ekmek muhabbeti ve heryerde türlü türlü ekmek makineleri. Hem ekmek, hem makine hem de teknoloji ürünü olunca almamak olmaz artık deyip aldım ben de bir tane.



Kullanan herkesin söylediği ortak şey "kılavuzda yazanları aynen yapmak" olduğu için sanıyorum 36 yıldır ilk defa bir ürünü açıp kurmadna önce kılavuzu okudum. tamam kabul ediyorum, kutuyu açıp, parçaları birleştirip, fişe takıp menüleri kurcaladıktan sonra okudum. Ama yine de bu bir ilk.



Onlarca çeşit ekmek, bir sürü kek, reçel, filanca hamuru, çorba ve pilav tarifleri içeren minicik bir kitap. Kutunun içinden bir çimdik, iki tutam, aldığı kadar gibi tarifleri anlamayanlar için özel bir kaç ölçek ( kap ölçek - kaşık ölçek) de çıkıyor. Öyle ki ölçeklerde 1/2, 1/4, 1/8 gibi değerler bile işaretlenmiş. İşte aleti bu ölçekler ve tarif edilen oranlarla kullandığınızda ekmekleriniz gayet başarılı oluyor dediler. Ekmeğin başarılısı, yenmemeyi başarabilen midir diye düşünerek ilk ekmeğimi yapmak üzere işe koyuldum.

En baştaki en basit ve en tanıdık olan ekmek tarifini uygulamaya ve ilk olarak daha aşina bir ekmek yapmaya karar verdim. Tarifte yazanların evde olmadığını, olanların da raf ömürlerini ( miaddan daha iyi değil mi) doldurduklarını görerek ilk gecelik hevesimi kursağıma ektim. Ama ertesi gün ilk işim bu eksikleri tamamlayı ekmeği yapmak oldu. Ve bu ilk işin sonu ise hüsran.
"Öyle bir kabarıyor ki bazen kaptan taşıyor" dedikleri ekmek değil kabarmak, ham hadde olarak kapladığı yerden bile daha alçak oldu. Vay alçak vay. canım görünüşü ne yapayım önemli olan tad diye düşünerek hemen sıcacık bir dilim kesip, hemen oracıkta ağzıma attım ve hemn tükürdüm. Olmamış efendim ne yapayım.


Sonra öğrendim ki keramet undaymış, evet evet unda. Öyle her unla ekmek olmazmış.Hem unun türü hem de markası önemliymiş. ( Yazılarımda marka ve isim gibi ticari bilgiler vermem ama zaman ve malzeme kaybını engellemek için ben önerilen ve kullanınca benim de tercih ettiğim un markasının SÖKE olduğunu belirtmek isterim. ) tekrar markete gidip un reyonuna yöneldim bir baktım ki raf raf un dolu. Her biri başka başka türde, başka işlere yarayan bir sürü un. Ben yine ilk denemeyi normal unla yapıp mısır unu, tam buğday unu gibi çeşitleri de almayı ihmal etmedim.

İkinci deneme ise tam anlamıyla bir harikaydı. Mayalanma aşamasında hamur neredeyse kabın dışına taşacaktı. Pişen ekmek ise, "tadından yenmez" denilen ve oysa ki gayet de güzel yenen bir ekmek olmuştu.


Sonra diğer ekmek türlerini de yavaş yavaş deneme başladım. Eh her biri 900 gramlık ekmekler yapıldıklarına yakın bir hızla tükenmeye başlayınca oturup bunu yazmam gerektiğine karar verdim.


Ne faydası var derseniz artık laptopu göbeğimin üzerine koyup rahatlıkla yazabiliyorum. Bu faydası var işte...

uykusuzluk üzre yazılmıştır 1

gözümden akan uyku nereye kaçtın madem kaçacaktın ben neden yattım sen kaçıp gidince ben bana kaldım gökte yıldızları sayar dururum kapadın ...